27 Ağustos 2011 Cumartesi

AT KADEHİ ELİNDEN, BİN PARÇAYA BÖLÜNMESİN!

 Bardak almaya bayılırım! Bana göre içtiğime saygı durumu. Sütü bile kadehle içmeyi severim ben. Benim kadar bardak alıp, aldığı hızda kırmayı başarabilen insanlara seslenmek istiyorum. Yıllardır olan plastik bardaklar artık daha farklı şekillerde de üretilmeye başladı. Hem de görüntüsü son derece şık. Kırmızı şarap kadehi, beyaz şarap kadehi, rakı bardağı, kokteyl bardağı... daha birçok  plastik bardak modeli gözde olmaya başladı. Hem üretici, hem tüketici herkesi mutlu eden bu sevimli dizaynlar son zamanların en çok tercih edilen mutfak ürünlerinden olmaya aday gibi görünüyor.
Girişimci ruhunu ortaya koyan arkadaşım Tansu Cabacı çoktan bu sektöre elini atmış ve satışlarına başlamış bile.  Kullanışlı ve son derece güzel olan bu ürünleri almak isteyenler kendisine ulaşabilir.


http://www.plastikkadeh.com/ sitesinden detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.






14 Ağustos 2011 Pazar

OTİZME BİR EKSİKLİK OLARAK DEĞİL, FARKLI BİR YETENEK OLARAK BAKMAYA ÇALIŞIN!



Benim çocuğum yok, anne sevgisini bilemem. Çocuk sevmeyi de çok beceremem. Kafasını ve poposunu düzgün tutup, sırtından destek verilmesi gereken itinalı bebek tutmalarından da  anlamam. Hele de yeni doğmuşsa elime bile alamam. Korkarım canı acır diye.  Minicik bacakları, minicik ayakları, nokta gibi burnu, anlamsız bakışları, minik minik kusmaları... Komik geliyor insana ya da sadece bana...
 
Bebeği olan ailelere bakıyorum hep aynı senaryo, hep aynı mutluluk. Ya farklı olursa bu senaryo? Hiç düşündünüz mü? Mini mini bir şey doğuyor. Gözün gibi bakıyorsun ona, bakmakla kalmayıp hayatının anlamı yapıyorsun. Sonra pati pati emeklemeye başlıyor, yaptığı her hamleyi kareliyorsun. Her şeyi not alıyorsun. İlk defa 'Ag' dedi, ilk defa 'Ug' dedi. Falanca tarihte güldü, filanca tarihte gazını çıkaracaktı ama çıkaramadı. "Aaaa! Tam bunu not alırken çıkardı gazı" gibi bir sürü cümleler yazıyorsun... Kısacası ailenin maskotu oluyor. Bildiğimden değil ama gözlemlediklerimden emin olarak yazıyorum. Daha bununla da bitmiyor. Kızsa süslü püslü giydiriliyor, babalar taparcasına aşık oluyor, erkekse minicik pipisine olmadık hayaller yükleniyor, sünnet planları konuşuluyor. Gün geliyor minik minik adımlarla tanışıyor. Sonra birinci doğum günü derken 'Şıkırt!' diye bir flaş sesiyle o anı kareliyorlar. Karede baba, anne, çocuk ve çocuğun önünde kendinden büyük pastası, pastanın üstünde de kocaman bir mum oluyor. Artık bir yaşına girmiş olan çocuğa çok önemli görevler düşüyor. Daha 'Anne!', 'Baba!' demesi bekleniyor. Ama bu minik ikisini de demiyor. Büyüdükçe gözlerini kaçırmaya başlıyor, konuşmuyor, her şeyi eliyle göstermeyi tercih ediyor, diğer çocuklarla oynamak istemiyor, derdini anlatmak yerine ağlamayı tercih ediyor... İşte o zaman anne babanın mutluluğuna gölge düşmeye başlıyor. Gariplik olduğunu anlıyorlar. Anlıyorlar ama bu hastalığı çocuklarına konduramıyorlar. Onlar otizmi tanımak istemiyor olsa da, otizm onlarla çoktan tanışmış oluyor. 


Bilemezler ki dünyada her 20 dakikada bir çocuklarına konan otizm teşhisinin bir çocuğa daha konduğunu. Ve başlarlar bu hastalığın çarelerini aramaya...

Otizm, son dönemlerde sıkça duyduğumuz bir hastalık. Kendine hassas dünyaları olan bu çocuklar en büyük zorluğu sosyal ilişkilerde konuşmada çekseler de, ailelerine ve topluma bu konuda büyük görevler düşüyor. Türkiye'de her 150 çocuktan birine otizm teşhisi konuluyor. Bu rakam geçen yıllara göre hızla artıyor. İnsanların bu konuda bilinçlenmesi, ailelerin daha duyarlı olması rakamın artmasındaki en büyük etkenler arasında. Genellikle 2-3 yaşlarında belirtileri başlayan bu hastalık derecelere ayrılıyor. Nörolojik bir sorun olmadığı sürece verilen eğitimlerden alınan sonuçlar olumlu yönde. Yine de eğitimlerden kesin sonuç alınacak diye bir garanti vermek çok zor. Amerika, Hollanda, Belçika gibi ülkeler bu konuda çok ciddi çalışmalar yapıyor, otizm için ayda ortalama 40 saat eğitim gerçekleştiriyorlar. Türkiye ise bu konuyu oldukça geriden takip etmekle beraber ayda sadece 8 saat ders verebiliyor. Uzmanlar otizm hastalığında verilen yoğun ve kaliteli eğitimin çok önemli olduğunu söylüyor. Bu konuda yoğun çalışmaları olan derneklerden biri ANOBDER Otizm Vakfı'nın Başkanı Güzide Tekes Türkiye'de artan otizme dikkat çekerken "Erken yaşta başlamak üzere yoğun ve sürekli bir eğitimle ilerleme kaydedebiliyorlar. Gelişimleri için eğitim zorunlu ve tek yol. Erken ve yoğun eğitimle zekaları yüzde 20 -30 gelişim gösterebiliyor. Eğitim alan ve almayan çocuk arasında ciddi farklar var ama bizim en büyük amacımız kendi başlarına hayata tutunabilecekleri hale gelmeleridir." cümleleriyle ifade ediyor. Yapılan eğitimlerin cevabında otizm hastasının derecesi son derece önemli bir nokta. Bu hastalıkta aileler çok sabırlı ve zor bir yola giriyorlar. Erkek çocuklarında, kız çocuklarına göre 4 kat daha fazla görünen bu hastalık için tıp dünyası henüz bir ilaç bulmuş değil. İnsanların otizme olan anlayışsızlığı, otistik çocuklara olan tahammülsüzlüğü, otistik çocukların ve ailelerinin motivasyonunu düşürüyor.
Yapılan eğitimlerin maliyetlerinin yüksek olması ise aileleri düşündüren bir başka konu. Manevi ve maddi anlamda zor durumda olan aileler ve çocukları için bazı sosyal haklar sağlanıyor. Birçok alanda ( Eğitim, sağlık, ulaşım, gezi, kamu..vb) kolaylık ve indirimlerden yararlanmak mümkün. Bununla beraber ihtiyacı olan anne-babaya ya da vasiye her ay asgari bir ödeme yapılıyor. Bu yardım Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü tarafından karşılanıyor. 
Otistik çocukları toplumdan uzak tutmayın. Bu hayal dünyası karışık olan miniklerin önce aile şefkatine daha sonra da çevresinden göreceği şefkate ihtiyacı var. Onların normal bir yaşama alışması ve bu yaşamı öğrenmesi çok önemli. Otistik çocuklara hem özel hem de normal davranmak gerekiyor.
Türkiye'de yaklaşık 450 bin otizmli olduğunu düşünürsek bu konuda daha fazla ilgi, daha fazla yardım, daha fazla anlayış belki de atmamız gereken ilk adımlardan sadece birkaçı olacaktır.  Otizmi tanımadan otizmlileri tanıyamazsınız!




30 Temmuz 2011 Cumartesi

Şeker hamurundan olan adam!


Ankara’da doğmuş bir yetenek. Küçük bir adamın büyük başarısı… Dahası o kadar büyük bir sevgiyle sarılmış ki işine, yüzüne baktığımda “Şeker hamurundan mı yapılmış acaba?” diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Evet itiraf ediyorum kendisine son derece hayranım. Başarısına, işine olan saygısına, sempatikliğine, Top Chef yarışmasının birincisi olmasına, şekerlerle dolu olan dünyasında bu kadar şeker bir insan olmasına…

29 yaşında olan Pura, 4 yaşından itibaren bu şeker sanatıyla uğraşıyor. İşine olan başarısı önce gözlerine, sonra gülüşüne ve daha sonra da parmaklarına yansımış. Amerika’nın en sevilen aşçılarından biri olmasının yanı sıra herkes onu konuşuyor. İki kız kardeşi olan ve ikisinin de  yemek yapma kabiliyetinin olmadığını söyleyen Pura, kardeşlerinin aksine yemek yapmayı hayatının anlamı haline getirmişe benziyor.  Bu 29 yıllık başarıya Amerika çoktan alışmış olacak ki 17 Kasım’ı ‘Yiğit Pura Günü’ ilan etti. Pura son günlerde Tout Sweat adlı bir butik pastanesi açmaya hazırlanıyor. Pura'nın başarılarının devamını bekliyorum ve pastalarla dolu olan renkli dünyasını takip etmeye devam ediyorum!



Yiğit Pura Top 10

  1.    Mango ve feslegenli vasren. (Beze ve dondurmayla hazirlanan bir çesit pastamerengli dondurma)
  2.    Zemberek Kusunun Güncesi- Haruki Murakami.
  3.   Istanbul-"Sehirde yapacaginiz tek bir sey varsa, o da Bogaz boyunca gezinmek olmali. Sultanahmet Camii'ni, gökdelenleri, Misir Çarsisi'ni, Kapaliçarsi'yi; 3 bin yillik bir tarihi göreceksiniz."
  4.   Meryl Streep
  5.   Tout Sweet (Pura'nin, "Laduree'nin daha Amerikan versiyonunu andiran bir yer olacak," dedigi ve San Francisco'da açmaya hazirlandigi pastane).
  6.  Meditasyon
  7.   Björk
  8.  Yuzu (Pura'nin özellikle tuzunu kullandigi ve Uzakdogu'da yetisen bir çesit narenciye).
  9.  Çikolatali puding
  10.  Makaron



9 Temmuz 2011 Cumartesi

Şipşak Elliott!

Bir insanın geçmişini en iyi ne anlatır? Düşünün, kafa yorun ben size çaktırmadan fısıldıyorum. Yaklaştırın kulağınızı ekrana. Fotoğraf...Ne zaman canım sıkılsa, birilerini özlesem otururum saatlerce bakarım fotoğraflara, anılara ve daha nice aklıma gelen olaylara... Kafamdan bir bir geçer hepsi.
Birde bu işin ustaları vardır. Ne yazık ki ben sadece bakmakla yetiniyorum. Fotoğraf çekmek sadece bir yetenek değildir. Duygu işidir. Hayatının anlamıdır. Hayatı gördüğün şekli 'an'lamaktır. Ne güzeldir ki nice fotoğrafçılar, insanlara hayata bakışını gösterme şansı elde etmiştir.
Kendini anlatma derdi olmaksızın, öylece dursalar bile anlarsın size  nasıl baktığını, hangi gözle sizi gördüğünü...
İşte dünyayı en güzel gözüyle gören bir fotoğrafçı var ki yaşamı da fotoğrafları kadar ilginç ve eğlencelidir. Elliott Erwitt! Sitesine giriyorsunuz fotoğraflar ardı ardına geçmeye başlıyor. Belli bir süre sonra  kendinizi fotoğrafların içine girmiş gibi hissediyorsunuz.  Bakalım hangi anı karelemiş, hangi ironiyi göstermiş diye tahmin etmeye başlıyorsunuz. Birde üstüne heyecan ekleniyor. Oluyorsunuz bir Elliott hayranı! Formül bu kadar basit. Kendisi 83 lük hayatına o kadar çok fotoğraf sığdırmış ki  daha nice 83 yıllar yaşamak istediğini hissediyorsunuz. Fotoğrafları ironik. Önce gülüyorsunuz. Sonra düşünüyorsunuz. Daha sonra da hüzünleniyorsunuz. Hepsini aynı karede bulmanız mümkün. Fotoğraf fotoğraf bakmaya gerek yok. Sadece bir fotoğrafında durup iki dakika bakmanız yeterli bu duygu karmaşasını yaşamanız için.
Paris'te doğmuş olan bu güzel göz, hayatın anlamını bize en iyi anlatan ustalardan olmuş. Sadece bir fotoğrafa bakmıyorsunuz onun çektiklerine bakarken. Gülerken düşündüren, düşündürürken ağlatan, ağlatırken baktıran cinsten fotoğrafları.

Elliott yaşamayı seviyor. Hayata bakmayı, baktıklarını yaşatmayı, yaşattıklarını hissetmeyi seviyor... Dahası söz akar fotoğraf kalır diyor....

8 Temmuz 2011 Cuma

Sinop'a bir nefes!

Sinop'ta doğdum ben. Güzeldir Sinop, Her Sinoplu aşıktır Sinop'a. Memleket sevgisinden başka bir şeydir bu. Kıyak geçmiyorum, Sinop ayrıdır. En uçtur, en ulaşılmazdır, en soğuktur, en dokunulmazdır. Çıkışı yoktur. Gelirsin, kalırsın. Zaten gitmek istemezsin. İnsanı, lakapları, konuşması ayrı bir güzeldir. Güven vardır, huzur vardır. Geçinmenin en kolay olduğu yerdir. Uzaktan baktığında bir ışık kümesi görürsün, inci gibi görünür. Hele de ilk defa geliyorsan bilemezsin ki o ışıkların gerçekten inci olduğunu, bilemezsin ki...
İşte böyle bir şehre kötü fikir dalgaları geldi yıllar önce. Nükleer santral. İnsanların temiz kalbini, nükleer santral fikirleriyle kandırmaya başladılar. Adını bile ilk defa duydukları bu santral için olmamış hayaller yüklediler bu temiz insanların kalbine. İş imkanı olacak, Sinop daha da gelişecek dediler. Gelişmesin efendim! Sinop'ta gelişmesin, her şeyin geriye gittiği bu memlekette. İstemedik, isyan ettik, imzalar topladık. Birçok insan emeğini, gönlünü, umutlarını koydu  bu korkunç hikaye olmasın diye. Mitingler yapıldı birçok kez... Çok ses getirenler oldu. Dünyanın dört bir yanından gelenler oldu. Kendi canın, kendi kanın parmağını bile kıpırdatmazken almanı, fransızı bu miting için kalktı geldi. Destek verdi. Çünkü o bile biliyordu ki bu sadece Sinop'un sınırlarını ilgilendiren bir mesele değildi. Bu insanlığı, dünyayı ilgilendiren bir meseleydi. 
Sonuç ne oldu peki? Sinsice ilerlediler. Nükleeri yapmak istedikleri arazide çalışmalar başladı. Bir durdu, bir ilerledi. Karınca hızıyla da olsa ilerledi...Daha duyarlı olmak lazım. Buna tepki vermek sadece Sinop halkının vazifesi değildir. İki elin parmağını geçmeyen bir komitenin verebileceği bir karar olmamalıdır. Sonuçları, zararları, Sinop'a vereceği hasarları düşünülmelidir. Ne olursa olsun biz NÜKLEERİ istemiyoruz, istemiyoruz, istemiyoruz!!!